"Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimlerini benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, "Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır" demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.

Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç: ''Polis, henüz devrim ve Cumhuriyetin polisi değildir." diye düşünecek, ama hiç bir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek: ''Demek, adliyeyi ıslah etmek, yönetim şekline göre düzenlemek lazım.'' diyecek. Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte; bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek.

Diyecek ki: "Ben; inanç ve düşüncemin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir."

İşte benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği!
Başbuğ Gâzi Mustafa Kemâl ATATÜRK
Türk Uygarlık Yasası ve Mahmut Esat Bozkurt
 Özgürlükler, gericilerin eline bırakılamaz; onların oyuncağı yapılamaz. 
Mahmut Esat Bozkurt  
Geçenlerde; dış görünümü uygar, ama, içi boş olan birisi şöyle dedi:
'' Neden, İsviçre'den, Medeni Kanu'nu aldık ki? Onlar Hıristiyan; bizlerse Müslümanız. ''
Ben de, neden olmasın diye sordum. Medeni Kanun'un, inançla ne ilgisi var ki, diye sordum.
'' Bu kanunu aldılar; bizlere domuz eti yedirdiler.'' dedi.
Şimdi, 17 Şubat 1926'da onaylanan Uygarlık Yasası'nın (Medeni Kanun), neden İsviçre'den alındığına; ve inançla her hangi bir bağının olup olmadığına bir bakalım:
İsviçre'den, Uygarlık Yasası'nın Alınış Nedenleri:
• Avrupa’da onaylanan en son medeni kanun oluşu.
• En çetin sorunlar karşısında bile, uscu ve kolay çözümler getirişi.
• Türk toplumunun geleneklerine uygun oluşu.
• Yasada yer alan kavramların açık oluşu.
• Yeni bir uyagarlık yasasının hazırlanışının uzun sürüşü.
Uygarlık Yasası'nın Getirdiği Yenilikler
1. Uygarlık Yasası ile aile hukukunda kadın-erkek eşitliği sağlandı.
2. Yeni Uygarlık Yasası ile kurumsal (resmi) evlilik ve tek kadınla evlilik koşulu getirildi.
3. Yeni alınan Uygarlık Yasası ile, boşanmak hakkı kadına da verildi.
4. Tek kadınla evlilik kararlaştırılarak, çağdaş Türk ailesi kurulmuş oldu.
5. Mirasta, kadın erkek eşitliği sağlandı
6. Yargı'da ki tanıklıkta kadın erkek eşitliği getirildi.
7. Kadınlara istediği işe girebilmek hakkı tanındı.
8. Boşanmak durumunda, çocukların hakları güvence altına alındı.
9. Uygarlık Yasası ile, ayrıca, patrikhanenin, inanç işleri dışında başka işlerle uğraşışı yasaklanmıştır.
10. Patrikhane ve konsoloslukların, yargı görevi üstlenmeleri yasaklanmıştır.
Uygarlık Yasası ile; yasalar, T.C.’nin tüm yurttaşlarına uygulanmış; hukukta birlik sağlanmış, yurttaşlar arasında inanç ayrımı gözetilmemiştir.
Medeni Kanun Genel Gerekçesi - Mahmut Esat Bozkurt
Adliye Vekili Mahmut Esat Bozkurt'un 1926 yılında yazdığı Medeni Kanun Genel Gerekçesi (Esbabı Mucibe Lâyihası) günümüz Türkçesi ile şöyle:
Günümüzde Türkiye Cumhuriyeti'nin tedvin edilmiş ve Medeni Kanunu yoktur. Yalnız, sözleşmelerin küçük bir kısmına değinebilen Mecelle vardır. 1851 maddedir. 20 Nisan 1869 tarihinde yazılmaya başlanmış ve 16 Ağustos 1876 tarihinde tamamlanarak yürürlüğe konulmuştur. Denilebilir ki: Bu Kanunun günümüzün ihtiyaçlarına uyan ancak 300 maddesidir. Geriye kalanı ülkemizin ihtiyaçlarını ifade edemeyecek kadar ilkel bir takım kurallardan oluştuğundan uygulanamamaktadır. Mecelle'nin kuralı ve ana çizgileri dindir. Halbuki insanlık yaşamı, hergün hatta her an esaslı değişikliklerle karşı karşıyadır. Bunun değişikliklerini, yürüyüşünü hiçbir zaman bir nota çevresinde saptamak ve doldurmak mümkün değildir. Kanunları dine dayalı olan devletler kısa bir zaman sonra ülkenin ve ulusun ihtiyaç ve isteklerini karşılayamazlar. Çünkü dinler değişmez hükümler belirtirler. Yaşam yürür; ihtiyaçlar hızla değişir, din kanunları, kesinlikle ilerleyen yaşamın önünde biçimden ve ölü sözcüklerden fazla bir değer, bir anlam ifade edemezler. Değişmemek dinler için bir zorunluluktur. Bu bakımdan dinlerin sadece bir vicdan işi olarak kalması günümüz uygarlığının esaslarından ve eski uygarlıkla yeni uygarlığın en önemli ayırt edici özelliklerinden birisidir. Esaslarını dinlerden alan kanunlar uygulanmakta oldukları toplumları indikleri ilkel dönemlere bağlarlar ve ilerlemeye engel bellibaşlı etken ve nedenler arasında bulunurlar. Türk ulusunun kaderini yüzyılımız içinde bile ortaçağ hükümleri ve kanunlarına bağlamakta, dinin değişmez hükümlerinden esinlenilen ve tanrısallıkla sürekli ilişki içinde bulunan kanunlarımızın en güçlü etken olduklarından şüphe edilmemelidir.
Ulusal toplum yaşamının düzenleyicisi olan ve yalnız ondan esinlenilmesi gereken tedvin edilmiş bir medeni kanundan Türkiye Cumhuriyeti'nin yoksun kalması ne yüzyılımızın uygarlığının gerekleriyle ne de Türk devriminin hedeflediği anlam ve kavramla bağdaştırılabilir. Yüzyılımızın devletini ilkel siyasal kuruluşlardan ayıran niteliklerin birisi de toplumun kaderine uygulanan kanunların akılcı bir zihniyetle hazırlanıp tedvin edilerek konulmasıdır. Göçebe dönemlerde hükümler tedvin edilmiş değildir. Hakim gelenek ve göreneklere dayanarak hüküm verir. Mecelle'nin anılan 300 maddesi bir yana bırakılmak koşulu ile Medeni Kanun içine giren sorunları çözmek için Türkiye Cumhuriyeti hakimleri derme çatma eski hukuk kitaplarından ve din esaslarından çıkartılan bilgilerle yargı işini görmektedirler. Türk hakimi hükümlerinde belli bir içtihat, bir söz ve bir esasla bağlı değildir. Bundan dolayı herhangi bir sorunu çözmek için Ülkemizin bir yerinde verilen bir hüküm ile aynı koşullar altında doğan aynı sorunda diğer biryerde verilen hükümler ekseriya birbirinden farklı ve çelişkili bulunmaktadır. Sonuç olarak Türkiye halkı, adaletin uygulanmasında kuralsızlık ve sürekli kargaşa karşısındadır. Halkın kaderi belli ve yerleşmiş bir adalet esasına değil, raslantı ve talihe bağlı, birbiriyle çelişkili ortaçağ dinsel hukukun kurallarına bağlı bulunmaktadır. Cumhuriyet, Türk adaletinin bu karışıklıktan, yokluktan ve pek ilkel durumdan kurtarılmasını devrimin ve yüzyılımız uygarlığının gereklerine uyan yeni bir Türk Medeni Kanununun hızla vücuda getirilmesini ve uygulamaya konulmasını zorunlu kılmıştır. Bu amaçla hazırlanan Türk Medeni Kanunu, medeni kanunlar içinde en yeni, en eksiksiz ve halkçı olan İsviçre Medeni Kanunundan alınmıştır. Bu görevi Adalet Bakanlığı tarafından verilen direktifler içinde Ülkemizin seçkin uzman hukukçularından oluşan özel bir komisyon yerine getirmiştir. Yüzyılımızın uygarlık ailesine mensup olan ulusların ihtiyaçları arasında esaslı bir fark yoktur. Toplumsal ve ekonomik sürekli ilişkiler insanlığın büyük bir uygar bölümünü bir aile durumuna getirmiştir ve getirmektedir. İlkeleri yabancı bir ülkeden alınmış olan Türk Medeni Kanunu Tasarısının yürürlüğe konulmasından sonra yurdumuzun ihtiyaçları ile bağdaşmayacağı iddiası geçerli görülmemiştir. Özellikle İsviçre Devletinin çeşitli tarih ve geleneklere mensup Alman, Fransız ve İtalyan ırklarını içerdiği bilinmektedir. Bu kadar, hatta kültür bakımından bile birbirinden farklı bir ortamda uygulanma esnekliğini gösteren bir kanunun Türkiye Cumhuriyeti gibi yüzde doksanı bakımından aynı ırka sahip bir devlette uygulanma yeteneğini bulabilmesi kuşkusuz görülmüştür. Bundan başka, uygar bir ulusun gelişmiş, ileri bir kanunun Türkiye Cumhuriyetinde uygulama ortamı bulamayacağı düşüncesi sakat görülmüştür. Bu tez, Türk ulusunun uygarlık yeteneğine sahip bulunmadığını belirten bir mantık dizisine varılmasıyla sonuçlanabilir. Halbuki olayların gerçeği, durum ve tarih bu iddianın tamamen tersidir. Türk yenileşme tarihi tanık tutularak denilebilir ki: Türk ulusu yüzyılımızın gereklerine uygun olarak vücuda getirilen kabul edilebilir ve sağlam ve akıl ve zeka ile yoğrulmuş yeniliklerden hiçbirine karşı çıkmamıştır. Bütün bu yenileşme tarihimiz sürecinde kamunun yararı düşüncesiyle vücuda getirilen yeniliklerle yalnız çıkarları bozulmuş olan gruplar mücadele etmek durumunda kalmışlar ve halkı din adına, yanlış ve geçersiz inançlar adına kandırıp düzensizliğe sürüklemişlerdir. Unutmamak gerektir ki Türk ulusunun kararı çağdaş uygarlığı kayıtsız ve koşulsuz bütün ilkeleri ile kabul etmektir. Bunun en açık ve canlı kanıtı devrimimizin kendisidir. Çağdaş uygarlığın Türk toplumu ile bağdaşmayan noktaları görülüyorsa bu Türk ulusunun beceri ve yeteneğindeki eksiklikten değil, onu gereksiz bir biçimde sarıp sarmalamış ortaçağ örgütü ve dinsel bazı düzenlemeler ve kurumlardandır. Gerçekten çağdaş uygarlıkla Mecelle hükümleri kuşkusuz bağdaşamaz. Fakat Mecelle ve buna benzer diğer düzenlemeler ve Türk yaşamının uyuşmadığı da açıktır. Adalet Bakanlığı en yeni ve en gelişmiş olan İsviçre Medeni Kanunu ulusumuzun şimdiye kadar bağlı kalan geniş zeka ve yeteneğini doyuracak ve ona gerçek bir yarış yeri ve alan olabilecek bir uygarlık yapıtı olarak görmektedir. Bu Kanunda ulusumuzun duygularına ters düşecek hiçbir nokta düşünmemektedir. Şu yanı da belirtmek gerektir ki: çağdaş uygarlığı almak ve benimsemek kararıyla yürüyen Türk ulusu, çağdaş uygarlığı kendisine değil, kendisi çağdaş uygarlığın gereklerine her neye mal olursa olsun ayak uydurmak zorundadır. Yaşamak kararında olan bir ulus için bu şarttır. Hazırlanan Tasarı bu gereklerin önemli bölümlerini içermektedir. Gelenek ve göreneklere kesin olarak bağlı kalmak davası, insanlığın en ilkel durumundan bir adım dahi ileri götüremeyecek kadar tehlikeli bir kuramdır. Hiçbir uygar ulus böyle bir inanç çevresinde kalmamış ve yaşamın gereklerine uygun hareketle zaman zaman kendini bağlayan gelenek ve görenekleri yıkmakta duraklamamıştır. (Gerçekler karşısında babalardan ve atalardan gelen inançlara her ne olursa olsun bağlı kalmak akıl ve zeka gereklerinden değildir.) Aslında devrimler bu konuda en etkili bir araç olarak kullanılmışlardır. Alman Medeni Kanununun uygulanmasından önce Almanya, hukuksal hükümler noktasından merkezde Bizans'ın (1500) yıl önce yapılmış Roma hukukuna bağlı idi. Bu hukuka bir de ulusal hukukun ulusal ve yerel metinleri ekleniyordu. Doğuda ve kuzeyde Roma hukuku ve yerel metinlerle karışık bir durumda Prusya hukuku vardı. Geri kalan bölgelerde Fransa hukuku yürürlükte idi. Alman halkının % 33'ü Roma hukukuna, % 43'ü Prusya hukukuna, % 7'si Saksonya hukukuna, % 17'si Fransız hukukuna uyruk idi. Alman Medeni Kanununun uygulanmasından önce Alman hukuk dili Latince, Fransızca, Yunanca ve yerel Alman dillerinde idi. Bavyera'da yalnız evlenme sözleşmesi üzerinde yetmişten seksene kadar yöntem vardı. Hakim için bu metinlerin hepsinden ayrı ayrı haber sahibi olmak imkanı yoktu. Alman Medeni Kanununun yayınlanmasından önce Almanya'da bir adamın herhangi bir olayda hangi hükümlere bağlı olacağını bilmesi imkanı bulunmuyordu. Almanya uzman hukukçuları bu binbir çeşit ve yüzlerce yıldan devrederek gelen hukuktan, medeni kanun ile ülkelerini bir adımda kurtardılar ve bütün Almanya için tek bir medeni kanun yaptılar. Kanun 3 Temmuz 1896'da yayınlandı ve Millet Meclisince toptan kabul edildi. Gelenek ve görenekçilere göre Alman Medeni Kanunu Tasarısı pek kuramsal ve uygulama noktasından değersiz sayıldı. Halbuki inceleme sonucunda bu Kanundan kendileri bile bir tek esası oynatmak imkanı göremediler. Fransız Medeni Kanunu da bir evrim ürünüdür. O da eski hükümleri, gelenek ve görenekleri çiğneyerek yeni ilkeler ve kurallar koydu. Sınıf ve arazi ayrıcalıklarının kaldırılması ve aile hukukunun kilisenin elinden alınması, bu kanunun belli başlı yeniliklerinden oldu. Medeni Kanunun yayınlanmasından önce Fransa yerel ve yazılı ve birbirinden çok farklı geleneklerle yönetiliyordu. Güneyde Roma zamanından kalan hükümler, kuzeyde cermen kaynaklarından gelen kurallar vardı. Fazla olarak her bölgenin kendisine özgü hükümleri bulunuyordu. Fransız ihtilalinin çürük ve bozuk inançlara ezici bir darbesi olan medeni kanun bütün eksiklikleri sildi ve yerine yeni hükümler ve kurallar koydu. Fransa Medeni Kanununun en çetin düşmanı kilise olmuştur. Çünkü bu kanun katolikliğin özel hukuk ilişkilerinde, özellikle aile hukukundaki egemenliğini ortadan kaldırıyordu. İsviçre, medeni kanununun yayınlanmasından önce kantonların sayısı kadar kanunlara sahipti. İsviçre Medeni Kanunu çeşitli gelenek ve görenekleri içeren bu kanunların hepsini birden hükümden kaldırdı ve yerlerine bambaşka tek bir medeni kanun koydu. Bu üç büyük hareket bütün yaşamı ölü geleneklere bağlamak isteyen tarihçi okulun son ve geri dönülmez bozgunu oldu. Bu örnekleri vermekten amaç, zamanın gereklerine ve uygarlığın zorunluluklarına göre ulusların gelenek ve göreneklerine bir adımda nasıl veda ettiklerini ve bu vedanın sanıldığı gibi zarar ve tehlikeyi değil, büyük çıkarları gerektirdiğini canlı bir biçimde göstermektedir. Yaşamın gereklerine uymayan gelenek ve göreneklerde isrardır ki, uluslar için felakete neden olur. Bu saydığımız kanunlarda esas din ile devletin mutlak biçimde ayrılığıdır. İsviçre, Almanya, Fransa siyasal ve ulusal birliklerini, ekonomik, toplumsal kuruluş ve gelişmelerini medeni kanunlarını yayınlamakta sağlamlaştırmış ve desteklemişlerdir. Bu yaşamsal zorunluluklar karşısında eski geleneklerin, yerel ve alışılagelmiş hükümlerin ve dinsel alışkanlıkların sürmesi bu ülkelerin hiç birinde, hatta İsviçre gibi kamuoyunun en geniş biçimde egemen olduğu bir ülkede bile istenmemiş, istenememiş, hatırlara gelmemiştir. Kuşku yoktur ki, kanunların amacı herhangi bir gelenek ve görenek veya yalnız vicdanla ilgili olması gereken dinsel hükümler değil, siyasal, toplumsal, ulusal birliğin her neye mal olursa olsun güvencesi ve tatminidir. Yüzyılımız uygarlığına mensup devletlerin ilk ayırıcı nitelikleri din ile dünyayı ayrı görmektedir. Bunun tersi, devletin kabul ettiği din esaslarını kabul etmeyen kimselerin vicdanlarını baskı altına almak olur. Bunu yüzyılımızın devlet anlayışı kabul edemez. Din, devlet gözünde vicdanlarda kaldıkça saygındır ve temizdir. Dinin hüküm halinde kanunlara girmesi tarihin akışında çoğu kez hükümdarların, zorbaların, güçlülerin keyif ve isteklerini tatmine aracı olması sonucunu getirmiştir. Dini dünyadan ayırmakla yüzyılımızın devleti, insanlığı tarihin bu kanlı sıkıntısından kurtarmış ve dine gerçek ve sonsuz bir taht olan vicdanı ayırmıştır. Özellikle çeşitli dinlere mensup uyruklara sahip devletlerde tek bir kanunun bütün toplumda uygulanma yetkinliğini kazanabilmesi için bunun dinle ilişkisini kesmesi ulus egemenliği için de bir zorunluluktur. Çünkü kanunlar dine dayanırsa, vicdan özgürlüğünü kabul zorunluluğunda bulan devlete, çeşitli dinlere girmiş uyrukları için ayrı ayrı kanun yapmak gerekir. Bu durum yüzyılımız devletinde temel koşul olan siyasal, toplumsal, ulusal birliğe tamamen aykırıdır. Anımsatmak gerekir ki devlet yalnız uyrukları ile değil yabancılarla da ilişki içindedir. Bu durumda olanlar için kapitülasyon adı altında ayrı hükümler kabul etmek zorunluluğu doğar. Lozan Andlaşması ile kaldırılan kapitülasyonların ülkemizde sürmesi için yabancılar tarafından dile getirilen gerekçenin en önemli yönü bu nokta olmuştur. Bundan başka Fatih Sultan Mehmet döneminden son zamanlara kadar müslüman olmayan uyruklar hakkında uygulanan ayrı hükümlere de özellikle bu dinsel durum neden olmuştur. Halbuki yeni Türk Medeni Kanunu Tasarısının hazırlanması nedeni ile yurdumuzda mevcut azınlıklar, Lozan Andlaşmasının kendilerine kabul ettiği haklardan vazgeçtiklerini Adalet Bakanlığına bildirmişlerdir. Yenilenme tarihimizde değeri olan bir olayı şuracıkta belirtmek isteriz. Âli Paşa Fransız Medeni Kanununun Türkiye için aynen kabulünü vaktiyle Sultan Aziz'e önermiş, fakat Cevdet Paşa'nın karışmasıyla bu büyük girişim çıkmaza girmiş, yerine Mecelle konulmuştur. Zaten bütün kaygısı kişisel çıkarlarından başka bir şey olmayan ve ikiyüzlülüğü kendilerine yol tutmuş saltanat yönetimi için ulusun gerçek çıkarları gereğini dikkate alarak karar verilemezdi. Yüzyılımızın uygar uluslara tanıdığı bütün hukuku uygarlık dünyasından kayıtsız koşulsuz isterken, bu hukukun yerine getirilmesi gereken uygarlık görevlerini de Türk ulusu kendi eliyle kendisine yüklemiş bulunuyor. Bu Kanun tasarısının anlamlarından birisi de budur. Türk ulusunun yüksek temsilcisi olan büyük Meclis'in uygun bulmasına ve onayına sunulan Türk Medeni Kanunu Tasarısı yürürlüğe konulduğu gün ulusumuz onüç yüzyılın kendisini çeviren hastalıklı inançlarından ve kargaşadan kurtulmuş, eski uygarlığın kapılarını kapayarak yaşam ve verimlilik getiren çağdaş uygarlığın içine girmiş bulunacaktır. Adalet Bakanlığı bu Kanunu hazırlamakla devrim ve tarih önünde ulusal görevini yapmış ve Türk ulusunun gerçek çıkarlarını dile getirmiş olduğunda şüphe etmemektedir.

Refii Cevat Ulunay

     4 Şubat 1919 tarihinde, Alemdar gazetesinin yazarlarından Refii Cevat Ulunay, Mustafa Kemal Paşa ile Şişli’deki evinde bir görüşür. Refii Cevat, bu görüşüyü şöyle aktarır:

     '' Sorularımı bitirip veda etmek üzere ayağa kalktığımda dedi ki:

      - "Biraz daha oturunuz lütfen." Oturdum.

      Şöyle bir konuşu geçti aramızda:

    - "Soracağınız sorular bitti mi?"

    - "Bitti Paşam."



     - "Bu vatan içine düştüğü bu felaketten nasıl kurtarılır, istiklaline nasıl kavuşturulur? diye bir soru sormanızı beklerdim."

     - "Af buyurunuz Paşa hazretleri, bugün içinde bulunduğumuz bu şartlardan bu vatanın kurtulmasını en uzak ihtimalle dahi mümkün görmediğim için böyle bir soru sormadım."

      - "Siz, gene de böyle bir soru sormuş olunuz, ben de cevabımı vereyim, fakat yazmamak şartıyla."

    - "Zatıalinizi dinliyorum Paşa hazretleri."

    - "Bakınız Cevat Beyefendi, sizin imkânsız gördüğünüz kurtuluş yolları vardır. Bugün herhangi bir teşkilatçı Anadolu’ya geçer de milleti silahlı bir direnişe hazırlarsa bu yurt kurtarılabilir.''

    Heyecanlanmıştım. Birinci Dünya Savaşı süresince gücümüzü öylesine tüketmiştik ki elimizde hiçbir şey kalmamıştı. Harplerden sağ kalanların ise ayakta duracak hâlleri yoktu.

    -"Nasıl olur Paşa’m?" diye yerimden fırladım. Paşa sakindi:

    -"Aklınızdan geçenleri tahmin ediyorum, dedi; doğrudur. Görünüş tamamen aleyhimizde. Ama düşmanlarımız olan bu büyük devletlerin bir de iç yüzleri var."

    -"Nasıl Paşam?"

    -"Anlatayım. Siz sanıyor musunuz ki savaşı kazanmakla müttefikler aralarındaki bütün sorunları çözmüşlerdir. Aralarındaki asıl rekabet şimdi başlayacaktır. Asırlarca birbirleriyle boğuşan Fransızlarla İngilizleri ortak düşman tehlikesi birleştirdi. Şimdi o eski rekabet, bıraktıkları yerden tekrar başlayacaktır. İtalya’nın da başı dertte. Onlar da her an bir iç karışıklık yaşayabilirler. Sonuçta, Anadolu’da başlayacak bir millî direnişle hiçbiri mücadele edecek durumda değildir. Böyle bir mücadelenin tam sırasıdır."

   -"Paşam, millî direniş... Güzel, ama neyle? Hangi askerle, hangi silahla, hangi parayla? Malesef Paşa’m, kupkuru bir çölden farksız oldu bu güzel vatanımız."

   -"Öyle görünür Refii Cevat Bey, öyle görünür. Ama çölden bir hayat çıkarmak lazımdır. Çöl sanılan bu âlemde saklı ve kuvvetli hayat vardır. O, Türk milletidir. Eksik olan şey teşkilattır. Bu teşkilat organize edilebilirse vatan da millet de kurtulur."


    Mustafa Kemal’e veda ettim; matbaaya geldim. Ne kafam almıştı ne mantığım. Daha doğrusu anlattıkları bana deli saçması gibi gelmişti. Matbaada arkadaşlar anlat diyorlardı; neler söyledi? Anlattım:

    '' Şu sıralar Anadolu’ya geçilir, orada teşkilat kurulur, vatan bağımsızlığına kavuşur, millet de özgürlüğüne kavuşurmuş, anladınız mı arkadaşlar? Bu deli değil, zırdeliymiş.''

     O günlerde, o şartlar içinde İstiklal Mücadelesi’ne atılıp Türkiye’yi kurtarmaktan söz edenlere karşı herkes benim gibi düşünürdü. O günlerde böyle düşünen tek adam oydu.

    (BUGÜN DE AYNI ÇIKMAZLAR İÇERİSİNDE DEĞİL MİYİZ TÜRK MİLLETİ OLARAK? HANGİMİZ BU SORULARI SORMUYORUZ Kİ KENDİMİZE, VE HANGİMİZ GERÇEKTEN GÖZE ALMAYA CESARET EDEBİLİYORUZ BAZI ŞEYLERİ?..) (Kaynak: Atatürk’ün İstanbul’daki Hayatı, Sadi Borak, Kuleli Dergisi, 1996/1, Sayfa: 1-2)
pkk ve asala

   1987 yılında, bölücü terör örgütü PKK ile Ermeniler arasında bir anlaşma yapılmıştır. Söz konusu anlaşmanın hükümleri şunlardır: 

   1. Ermeniler PKK terör örgütü içinde eğitim faaliyetlerinde bulunacaklar

   2. PKK terör örgütüne her yıl için adam başına 5.000 ABD Doları ödenecek

   3. Ermeniler küçük çaplı eylemlere katılacaklar.


   Yapılan bu anlaşmanın akabinde, örgüt içerisinde, Ermeniler'in sivrilmeleri üzerine, PKK - ASALA ilişkilerinden sorumlu Hermez Samurouyan adlı şahısla birlikte 18 Nisan 1990 tarihinde yapılan toplantıda şu kararlar alınmıştır:

   1. PKK ve ASALA terör örgütlerinin artık ortak yönetilecektir

   2. Türkiye'de güvenlik kuvvetlerine yönelik eylemlerde istihbaratı Ermeniler yapacak

   3. Muhtemel devrimden sonra elde edilen topraklar eşit olarak bölüşülecek

   4. Kamp masraflarının % 75'ini Ermeniler karşılayacak

   5. Türkiye'deki metropol şehirlerde eylemler yapılacak


In Englih:


   An agreement was concluded between the separatist terror organization PKK and Armenians in 1987:

   Following are the highlights of this agreement: 

   1. Armenians will be involved in training activities within the PKK terror organization.

   2. Five thousand American Dollars per annum will be paid to the PKK terror organization per capita by the Armenian side.

   3. The Armenians will participate in the small-scale operations.

 
   As the Armenian component began to acquire a significantly elevated position within the organization as a result of this agreement, the following resolutions were adopted in a meeting held on 18 April 1990 with a person named Hermes Samurai, reported to be the official responsible for the PKK-ASALA relations: 1. The PKK and ASALA terrorist organizations will be under a joint command from that date on. 2. The Armenians will undertake intelligence work on the Turkish security forces. 3. Territories gained through the expected revolution will be equally shared between the parties. 4. Seventy-five percent of training camp expenses will be borne by the Armenians. 5. Operations will be conducted at the metropolitan cities in Turkiye.
Yuvalı (Anıklı) Köyü Soykırımı


 Kuru kalem ile Atatürk çizimi. Çok başarılı.
 


  Bu yapıt; Denizli'den savlav olan Mazhar Müfit KANSU’nun “Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber” başlığı altında, 4 Mart 1948’den başlamak üzere, Son Telgraf gazetesinde çıkmış olan anılarını kapsar.



  2009’da, yapıt 5. baskısına ulaşmıştır. Bu önemli anı betiği, Osmanlı İmparatorluğu’nun son günlerinden başlar.

  Yazarın, Mustafa Kemal ile ilk tanışmasından başlayarak, Erzurum ve Sivas Kurultaylarını ilk cildinde; Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin kuruluşuyla, Büyük Millet Meclisi’nin açılışını ikinci cildinde işler.


 

Atatürk ve İsmet İnönü

  Buraya yazacaklarım; Atatürk'ün sürücülüğünü (şoför) yaptığını savunan bir kişinin savlarıdır (iddia).

  Öylesine özel bilgiler ki, paylaşmak gereği gördüm. Bana göre, bu kişi; gerçekten, Atatürk'ün sürücüsü olsun ya da olmasın, söylediklerinin tamamen gerçek olduğuna inanıyorum.

  '' Mustafa Kemal Atatürk’ün 10 yıl şoförlüğünü yapan Seyfettin Yağız, yakın tarihi sarsacak anılarla ortaya çıktı. 
  -  ''Atatürk, İnönü’yü hiç sevmezdi.'' 
diyen Yağız; yaşadıklarını, gördüklerini anlattı. 
Atatürk’ün şoförü Seyfettin Yağız ile dünden bu güne, Tercüman Gazetesi muhabiri Nide Eryılmaz konuştu: 
UŞAKLIĞI ÖĞRETEMEDİM: Savarona yatında Ürdün Kralı Abdullah’ın üstüne kahve döken benim. Kral, "Yazık, etrafınızda terbiyeli kimse kalmamış" deyince, Ata’nın cevabı şu oldu: Ben bu milleti her şeye alıştırdım ama uşaklığa alıştıramadım.

ATATÜRK 10 KASIM’DA ÖLMEDİ: Gazi yatağa düşünce İnönü’ye, "Paşam Atatürk çok hasta gel." diye dört kez bilgi yolladım. Gelmedi. 
"Geleyim de beni öldürsün değil mi?" dedi. Atatürk, 10 Kasım’da ölmedi. İnönü gizledi. Şimdi bana: "Tarihi şaşırtıyorsun." derler. Ama doğru.

İSMET PAŞA’YI HİÇ SEVMEZDİ: Atatürk’ün en çok sevdiği insanlar Celal Bayar ve Mareşal Fevzi Çakmak’tı. Hiç sevmediği kimse ise İsmet Paşa idi. İnönü ile aralarının açılmasının üç sebebi vardır. Biri İzmir suikasti, ikincisi Serbest Fırka olayı. Üçüncüsü Nuri Conker.

İZMİR SUİKASTI VE KARABEKİR: Kazım Karabekir’in suikasttan haberi yoktu. Ziya Hurşit Issız bir yerde bombayı atacaktı. Vali Kazım Paşa (Dirik) istihbarat almış. "Gelmeyin paşam" diye telgraf çekti. Bunun üzerine Atatürk "Sür kocaoğlan" dedi. Tam gaz İzmir’e girdik.

4 BİN ASKERLE ROMA’YA GİRERİM: Mussolini bizden İzmir’i istiyordu. Rodos’a 40 bin asker yığmıştı. İtalyan Sefiri Povli Çankaya’ya geldi. Atatürk sefire, "Söyle o koca herife; o 40 bin askerle İzmir’i alamaz ama ben 4 bin Mehmetcikle Roma’ya girerim" diye cevap verdi.

KADININ ÜSTÜ ARANMAZ: 35 yaşlarında bir kadın geldi. Ben üstünü aramaya kalkınca Atatürk kızdı. "Kadın aranmaz" dedi. Kadın kulağına bir şey söyleyip gittikten sonra İsmet Paşa’yı çağırttı. "O kambur Kemal’e söyle (İnönü’nün abisi) aklını başını toplasın. İzmir’e gider kamburunu düzeltirim" dedi.

Atatürk’ün şoförü olduğu belirtilen ve kendisiyle yüzlerce kez söyleşi yapılan Seyfettin Yağız ile, bir de ben konuştum. Konuşmamız, dede-torun havası içinde geçti. Sanki söyleşmedik de, eskileri andık. 
Atatürk’ün şoförü Seyfettin Bey, bugün 100 yaşında. Anlattıkları Atatürk ile ilgili gizli kalmış tüm bilgileri ortaya seriyor. 
Atatürk’ün ikinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile yaşamı boyunca aralarının açık olduğunu ve bunun nedenlerini açıklıyor. Bilinen bir çok tarihi gerçeklerin küçük ayrımlar taşıdığını anlatıyor. Ancak bu anlatım, o olayın bilinen yönünü değiştiriyor. 
Seyfettin Bey, Atatürk’ün, 10 Kasım’dan önce öldüğünü; bunu, İsmet İnönü’nün sakladığını öne sürüyor. Atatürk’ün, İtalyan elçisine verdiği yanıt ise oldukça ilginç. 
Kimi zaman, Atatürk bir şoför - amir ilişkisini de geçerek dost masaları kurduklarını söyleyen Seyfettin Yağız’ın en ilginç anısı ise: 
 "Ben bu millete uşaklık yapmayı öğretemedim." sözüyle ilgili. İşte Seyfettin beyin anlatımıyla o ünlü olay. 
"Ürdün Kıralı Abdullah ile Sayonora yatındayız. Kahveyi götürmesi için garson aradık, bulamadık. Ben, kahveyi götürmek için Atatürk’ten izin aldım. Kahveyi götürürken ayağım takıldı. Kahveyle birlikte kıralın üstüne düştüm. Bana hiçbir şey demedi.
Sonra, Arapça: ’Yazık! Atatürk’ün çevresinde eğitimli kimse kalmadı.’ demiş. Bunun üzerine, Atatürk: ’Ben Türk milletine her şeyi alıştırdım ama uşaklığa alıştıramadım.’ dedi." 
4 bin askerle Roma’ya girerim Elbette, Seyfettin Bey'in, Atatürk’ün şoförü olduğu gerçeğini kabul edersek, bugünlerde 100 yaşında. O nedenle anlattığı bir çok olayın doğruluğu tartışılır. Ancak bu yaştaki bir kişinin bu kadar olayı hatırlayabilmesi oldukça ilginç. Ve düş acununu bu kadar çalıştırabilmesi ise olanaksız.
Seyfettin Bey, İtalyan elçisi ile Atatürk arasında, İtalyanca çevirmenlik de yapmış. Konuşulanların bir kısmını çok iyi bir İtalyanca ile anlattı: 
 "Mussoloni bütün acuna meydan okuyordu. Rodos adasına 40 bin asker yığmış. İzmir’i istiyor bizden. İtalyan elçisi Povli, Atatürk’ün yanına geldi. Atatürk gece adamıydı.
Ben onunla sabaha kadar beraberdim. Bana: ’Sor bakalım niye geldi?’ dedi.  
O da: 
 ’Eğer 4 ay içinde İzmir’i bize vermezsen, zorla alacağız.’ diye yanıt verdi.
Atatürk, ’Ben yarın cevap vereceğim.’ dedi.  
Ben İtalyan sefirine:  
 ’Yarın sabah 9’da gel. Atatürk cevabını o zaman verecek’ dedim.
  
Ayakkabısını giydiren ben, çorabını giydiren ben. Yemeğini yapan ben. İtalyan elçisi ertesi gün sabah 9’u çeyrek geçe geldi. Atatürk işaret parmağını kaldırarak İtalyan sefirine: 
 ’Söyle o koca herife, o 40 bin askerle İzmir’i alamaz ama ben 4 bin Mehmetcik'le Roma’ya girerim.’  
Anlattıklarıyla beni şaşırtan Seyfettin Yağız’ın bundan sonra okuyacağınız anıları dudak uçuklatacak türden. Bu yüzden noktasına virgülüne dokunmadan tarihçilerin bilgisine sunuyorum. 
İzmir suikastının iç yüzü
"Bunlar o vakit Kazım Karabekir’in evinde toplanıyorlar. Başlarında Ziya Hurşit var. Kazım Karabekir’in Atatürk’e suikast yapıldığından haberi yok. Onun için evini açıyor. İstiklal Mahkemesi Başkanı ve onun yaveri Ali Kılıç, Hüsnü Bey, Avni Bey, Nüri Bey. Bunlar itiraf etti. Kazım Karabekir ’in evinde toplandık dediler. Atatürk ile Kazım Karabekir ’i düşman etmek için. Atatürk bunun üzerine Karabekir’i Moda ’da bir eve hapsetti. İdam ettirmedi. Kazım bey orada sürekli kitap yazdı." 
"Marif Vekili (Milli Eğitim Bakanı) Necati Bey vardı. Atatürk onu çok severdi. Necati bey ölünce İsmet paşa, Atatürk’e danışmadan Adnan Kotan’ı maarif vekili yaptı. Birgün Dolmabahçe Sarayı’ndayız. İri yarı şişman bir adam elinde tavuk, oturuyor. Atatürk dedi ki, ’Git bak bakalım bu adam kim?’ Bende adamın yanına gidip, ’Beyefendi siz kimsiniz’ diye sordum. Beni azarladı. Bak dedim beni azarlama. O zaman onu masaya çağırdılar. Atatürk ona, ’Marif vekili olmak için ne lazım’ diye sordu. Adnan bey de, ’Efendim talebeler olmaz ama.....’ Atatürk ona imza attırdı. Onu meclise sokmadı. İsmet Paşa geceleyin geldiğinde şövalye kılıcıyla, ’Paşam paşam ben başvekil olmak istiyorum’ dedi. Atatürk de onu halef yaptı. Celal Bayar’ı da selef yaptı.

Paşam Atatürk hasta "Atatürk hastalanıp yatağa düştüğünde İsmet Paşa ’ya haber verdim. ’Paşam Atatürk çok hasta gel.’ Gelmedi, ’Geleyim de beni öldürsün değil mi?’ dedi. Araları maarif vekili Adnan Kotan yüzünden bozuktu. Bir de son zamanlarda İsmet Paşa, Atatürk’e karşı tavır aldı. Şapkasını çıkarmamaya başladı. Karşısında ayak ayak üstüne attı. 4 defa çağırdım gelmedi. 
Bir de Serbet Fırka vardı. Bu olaydan sonra tamamen araları açıldı." Kadının üstü aranmaz "Atatürk en çok kuru fasulyeyi ve nohutu severdi. Et yemezdi. Sakız leblebisiyle rakı içerdi. Yenice sigarası içerdi. Bana da kocaoğlan derdi. Bir gün ’Kocaoğlan ben ölürsem bu memleket felakete gider. Bu sağır (İsmet Paşa’ya sağır derdi) memleketi yok edecek’ dedi. Birgün karşılıklı rakı içiyoruz. Bir kadın geldi 35 yaşlarında. Ben üstünü aramaya kalktım Atatürk kızdı, ’Kadın aranmaz’ dedi. Kadın Atatürk’ün kulağına birşey söyledi ve gitti. O gittikten sonra Atatürk, ’O sağırı bul, hemen yanıma gelsin.’ İsmet Paşa geldi. ’İzmir’de bir kambur Kemal varmış. (Kambur Kemal de İsmet Paşa’nın abisi.)Söyle o Kambur Kemal’e aklını başına toplasın. Gider o kamburunu düzeltirim’ diye konuştu. 
Taşı toprağı altın memleket 
"Birine kızdığı vakit katiyyen yüzüne vurmazdı. Birgün İngiltere Kralı Edward geldi. Dolmabahçe Sarayı’ndan içeri girerken ayağı kaydı düştü. Benden mendil istedi. Atatürk bana, "Söyle o krala burası Türkiye. Taşı toprağı altın gibi tertemizdir . Mendil istemez" dedi. 
İnönü’yü sevmemesi için 3 neden: 
"Atatürk’ün en çok sevdiği insan Celal Bayar ve Mareşal Fevzi Çakmak ’dı. Hiç sevmediği kimse ise İsmet Paşa idi. İsmet Paşa ile aralarının bozuk olmasının sebebi, üç şeye dayanıyor. Birincisi İzmir suikastı, ikincisi serbest Fırka. Üçüncüsü Nuri Conker. 
İzmir suikastını düzenleyen kimdi?

"Kazım Karabekir ’in suikastten haberi yoktu. Ziya Hurşit, Avni bey, Nuri Bey, Sait bey ve Rüştü bey. Biz izmir’e giderken güzergah belli. Isısız bir yerde bombayı atacaklar ve Atatürk’ü öldürecekler. Fakat İzmir Valisi Kazım Paşa haber alıyor ve Atatürk’e telgraf çekiyor. Biz de Atatürk ile İzmir’e doğru hareket ediyoruz. Telgraf geldi ’Paşam İzmir’e gelmeyin.’ Bunun üzerine Atatürk, ’Sür Kocaoğlan İzmir’e’ dedi. Tam gaz İzmir’e girdik.î Ata ’nın ölümünü gizledi "Onu çok özlüyorum. O olsaydı ben buralarda olur muydum? Atatürk 10 Kasım’da ölmedi. Söylersem tarihi şaşırtıyorsun diyorlar. Atatürk öldükten sonra beni Dolmabahçe’ye kapattılar. Dışarı çıkmamı istemediler."

    Dipçe: Seyfettin Yağız'la ilgili, İstanbul Valiliği konuya açıklık getirmiş. İlgili yazıyı bu bağlantıdan okuyabilirsiniz.

   Benim görüşüm: Seyfettin Yağız'a inanıp inanmamak size kalmış. Ben söylenilenlere inanıyorum; çünkü, bu sözleri, Atatürk'ün yakınında bulunan yakın arkadaşları da, anılarında yazmışlardı.
2.Bağımsızlık Savaşımız

 Cihan Dura:

  TÜRKİYE’NİN KARŞI KARŞIYA BULUNDUĞU TEHLİKELERİ, SOSYAL VE POLİTİK SORUNLARINI, BUNLARA İLİŞKİN ÇÖZÜMLERİ ÖĞRENMEMİZ İÇİN MUTLAKA TAKİP ETMEMİZ GEREKEN ÖDÜNSÜZ BİR ATATÜRKÇÜ, YURTSEVER, GERÇEK BİR BİLİM İNSANI: PROF. DR. BİRGÜL AYMAN GÜLER

 TC Ahmet Öztürk:

  Ödünsüz bir ATATÜRKÇÜ sözü, abartı olmuş hocam. Çünkü ödünler veriyor. Prof. Süheyl Batum, Yaşar Okuyan, Hüsamettin Cindoruk gibi kişilerle yola çıkmaktan hiç gocunmuyor.

 Cihan Dura:

  Onu dışla, bunu dışla... Ne yapacağız böyle tek başımıza Ahmet Bey... Yıllardır bu sayfada edindiğim birinci gözlemim şu: Atatürkçüyüm diyenler, en ufak bir eksik gördükleri anda, en yurtsever bir aydını bile bir kalemde silip atıyorlar.Oysa dikeni var diye gülü sevmekten vazgeçiyor muyuz?

 TC Ahmet Öztürk:

  Kuşkusuz dışlamamalıyız sayın hocam. Ben bu bilgileri verdim ki; ileride bir gün gerekecek diye.

  2. Bağımsızlık Savaşı’mızda; Emin Çölaşan, Bekir Coşkun gibi yazarları bile yanımıza almalıyız. Onların okuyucu kitlesi de bizim yurttaşımız. Onlar da bize gerekecek.

  Atatürk de öyle yapmıştı. Her kesimden, her ayrı düşünceden aydınları bir araya getirmeyi başarmıştı. Hatta, ATATÜRK daha büyük bir iş yaptı. Nedir o? İsmet İnönü, Refet Bele, Rauf Orbay gibi Ulusal Egemenlik yağılarını(düşman) bile, Ulusal Egemenlik Savaşı’na katmayı başarabilmişti.

  Ama daha sonra; ki ATATÜRK’ün yaptığı tek yanlıştır; İsmet İnönü gibi birisiyle çok uzun yıllar Başbakanı olarak çalıştı ve onu, ikinci adam konumuna getirdi.

  İsmet İnönü'nün, Atatürk öldürüldükten sonra ne kansızlıklar (haince antlaşmalar) yaptığını uzun uzadıya burada yazmaklığıma gerek yok sanırım.

  İşte bu yüzdendir ki; Bizler de, günümüzde, Ayman Güler gibi aydın kişileri, 2. Bağımsızlık Savaşı’mızda kullanmalıyız. Ama sonra ATATÜRK’ÜN düştüğü yanlışa düşmemeliyiz.

  Demem o ki; bu gibi kişilerin eksiklerini bilelim ki, onları, savaş kazanıldıktan sonra kurulacak olan Bakanlar Kurulu’na almayalım.

  Savaş kazanıldıktan sonra kurulacak olan Bakanlar Kurulu’nu da: Ziya Gökalp, Mahmut Esat Bozkurt, Reşit Galip, Mustafa Necati Uğural, Afet İnan gibi ve adını sayamadığım bir çok korkusuz bozkurt yürekli Türk aydınlarından kuralım.
  BRONSART VON SCHELLENDORF

  Talat Pasa İçin Şahitlik

  1864, Berlin doğumlu olan Friedrich Bronsart von Schellendorf, 1882'de Prusya hassa alayına girmiştir. 1904 – 1905, Rus – Japon savaşına katılan Schellendorf; 1913 yılında, Alman askeri kuruluyla birlikte Türkiye’ye gelmiştir.

  Birinci Acun (Dünya) Savaşı'nın başından, 1917’ye kadar, Genelkurmay Başkanı olarak görev yapmıştır. 1918 den itibaren Fransa’da Prusya 5. Piyade Tümen Komutanlığı yapmıştır. Birinci Acun Savaşı sırasında, Osmanlı Ordusu'nda görev alan Alman askerlerin sayısı 40 dolayındaydı. Liman von Sanders başkanlığındaki Alman Askeri Yardım Kurulu, Birinci Acun Savaşı’nın başında, Osmanlı Genelkurmayı’nı denetimine alarak, çağdaşlaşma sürecini sürdürmüşler ve harekat pilanlarının hazırlanmasında büyük bir rol oynamışlardır.

  General Bronsart von Schellendorf, Genelkurmay Başkanlığı'nın yeniden yapılandırılması sonucunda; karar verici ve denetim organı olan Genelkurmay Birinci Yarbaşkanlığı, Genelkurmay Karargahı Kıdemli Başkanlığına getirilmiştir, Genelkurmay Başkanı ise Enver Paşa olmuştur. Ancak daha sonra, General Bronsart von Schellendorf, Genelkurmay Başkanı olmuştur. Yazışmalarda, kendisinden bu sıfatla söz edilmeye başlanmış ve Enver Paşa’nın etkisi sınırlandırılmıştır.

   General Bronsart von Schellendorf, görevi gereği, tüm yazışmalara tanık oluyordu ve yazışmaların birer ekini alarak, Almanya’da bir belgelik (arşiv) oluşturuyordu.

  Osmanlı Devleti için savaş tehlikesi yaklaştıkça, von Schellendorf cephelerle ilgili hazırlıklara katılmıştır. Bunların içinde, son derece önemli olan Doğu Cephesi’nin hazırlıkları da vardır.

  Doğu Cephesi ile ilgili hazırlıkları von Schellendorf, Yarbay Hafız Hakkı ile geçekleştirmiştir. Savaş başladığında ise, denetim tamamen von Schellendorf’tadır. Bu görevini 1917’ye kadar sürdürmüştür. Çok saygın ve başarılı bir subay olan General Bronsart von Schellendorf, 1920 yılında Korgeneral rütbesiyle emekli olmuştur.




  Kaynak: ASAM ERMENİ ARAŞTIRMALARI, Sayı 4, Aralık 2001 - Ocak-Şubat 2002 

   Özgün metni buradan okuyabilirsiniz; t2174a.com/?p=8486